Bir Doçentin Cehaleti ve Cesareti
Önce bir haber... Haber böyleydi... Değerli dostlar ... Ülkemizde zaman zaman Alevileri derinden sarsan sözler söylenmekte, çeşitli olaylar olmakta ve her defasında bir kez daha "ne oluyoruz?" soruları sorulmaktadır. Hâlbuki bunlar sonuçtur, sonuca ilişkin konuşmak çok fazla sonuç vermez, vermeyecektir. Sebebe inmeli, sebepleri ortaya koymalı ve aydınlatma, aydınlanma görevimizi yapmalıyız. Bir yandan bunu yaparken bir yandan da haksızlığa, hakarete karşı duyarlılığımızı yükseltip yapanın yanına kar kalmaması için uğraşmalıyız. Öncelikle şunu bilelim. Sadece Doç. Dr. İbrahim Öztürk değil, ülkemizde milyonlarca insan yüz yıllarca Camilerde evlerde ve okullarda sünni şeriatçı bir eğitimle ve yönlendirmeyle büyüdüler... Hala Milli Eğitim Bakanlığı'nca onaylı İngilizce-Türkçe sözlükte İncest (aile içi cinsel ilişki) sözcüğünün karşısında "Kızılbaşlık" yazıyor ve bu güne kadar kaldırmadılar. Yardımcı kitap diye kabul edilen birçok kitapta Alevileri "ana bacı tanımaz, mum söndü yapan topluluk" diye tanımlıyorlar, bunları da kaldırmadılar. Bir zamanlar Güner Ümit adlı bir sunucunun televizyonda yaptığı densizlik hala kulaklarımızdadır. Değerli dostlar; " CAHİLLER CESUR OLUR " der bir atasözü. Bu Doçentin sözleri bilgisizliğinden değildir, bilakis bilinçli bir harekettir! Ülkemizin yaşadığı gündem ve süreçle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. İşin derin politik yönünü irdelemeyi başka bir yazının konusu yapmak üzere bu konuşmaların yapılmasının tarihsel sebeplerini biraz irdelemek istiyorum. Alevilerin yol önderlerine, iktidara egemen olan zihniyet tarih boyunca zulmetmiştir. Bu zulüm ve katliamlar ise kendilerince sözüm ona İslam şeriatına uygun ve meşru olsun diye halife ya da Şeyh ül islam fetvalarına dayandırılmıştır. İslam şeriatına göre, Halife "emir ül mümin'dir, Yani Mü'minlerin emiridir, yöneticisidir, hâkimidir, savcısıdır. Dediği dedik, astığı astık kestiği kestiktir. Emeviler ve Abbasiler döneminde ve daha sonraları İbn-i Rüşd, İbn-i Arabi, İbn-i Sina gibi kimi önemli filozoflar da ancak, bazı İslami sembol ve parolaları kullanarak, düşüncelerini bilince çıkarabiliyorlardı. Zaten, tasavvuf akımı da ancak bu yolla yaşam kazanabiliyordu. Ama düşüncelerini açık bir biçimde ortaya koyan, halkla bütünleşen Ebu’l- Wefa, Hallac-ı Mansur, Seyyid Nesimi; Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal gibi mutasavvıf veya şairler ise, düşüncelerinin bedellerini, asılarak, derisi yüzülerek ödüyorlardı… Yüzyıllar sonra, kendisi de aynı bedeli ödeyen Pir Sultan Abdal, katliamları şöyle anar: "Münkirin gıdası Hak’tan kesildi Bütün katliamlara neden olan şey ise "ayetlerin isteğe göre tesfir ve tevilleri ile uydurulan hadisler sonucu dönemin din adamlarının Şer'i kılıf hazırlamalarıdır. Emevi döneminden başlayarak, Abbasi-Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde devam eden bu uygulama, en kaba tabir ile ve bu günün diliyle "Asimile et, edemezsen katlet" uygulamasıdır. 1480’li yılların başlarında İtalyan bir gezgincinin Anadolu’da yaptığı araştırmalara göre bu coğrafya da yaşayanların üçte ikisi Kızılbaştır. O dönem Kızılbaş-Aleviler, Safevi Devleti'ni ve Şah İsmail’i doğal olarak destekliyordu. Nitekim Yavuz Selim, Anadolu’ya gönderdiği memurları aracılığıyla tüm Kızılbaşlar’ı “yediden yetmişe defter ettirmiş” ve Müftü Hamza Efendi ile Şeyhülislam İbn-i Kemal gibi din adamlarına hazırlattığı fetvalarla, 50 binden fazla Alevi’yi katletmiş, kendi deyişleri ile "defterini dürmüş" tü. 16 yy. ın ünlü tarihçisi Hoca Sadettin şöyle yazar: "Sultan Selim, vezirleri ve uleması ile görüştüğü sırada: Mademki Kızılbaş serdarlarının tahrikâtı önlenip anların hakkından gelinmeye, zararları devam etmek muhakkaktır. Zira Anadolu vilayetinde olan Kızılbaşlar, Şah İsmail ile iştirak üzere olup gaibane ana iktida ve ehl ü ıyal ve mal ve menallerin yoluna feda ederler ve iktidarı olanlar birçok nezr ve hediyeler ile ziyaretine giderler ve halifeleri ile her yıl nezirler (hakkulah-"K.E") yollarlar.(…) Bundan akdem Padişah, Anadolu’da aram eden Kızılbaşlar’ı teftiş için yörenin (hakimlerine"K.E") beylerine hükümler gönderip, yedi yaşından yetmiş yaşına varınca Kızılbaş olduğu sabit olanların isimlerini deftere kayd ile kendisine gönderilmesini emretmişti. Padişahın emri üzerine tahkik ve teftiş neticesinde kırkbin kişi tevkif olunarak kimi katledilmiş ve kimisi haps olunmuştur“ (Tacü’t-tevarih, Cilt-2,s. 245.) İdris-i Bidlisi, Yavuz Selim için yazdığı Farsça eserinde ve mektuplaşmalarında, bu sayının 50 bini aşkın olduğunu bildirmektedir. Gelin birlikte birkaç fetva daha inceleyelim. YAVUZ SELİM’İN ŞEYHÜLİSLAMI MÜFTÜ EL HAMZA’NIN KIZILBAŞLARLA İLGİLİ FETVASI (1512) "Müslümanlar! Bilin ve öğrenin ki şu Kızılbaş toplumunun başkanları Erdebil-oğlu Şâh İsmail'dir. Peygamberimiz aleyhisselâmm şerîatini ve sünnetini ve İslâm dinini ve din bilgisini ve Kur'ânı küçümsedikleri ve de Allah Tâlâ'nın haram kıldığı günahlara helâldir dedikleri ve Kur'ân'ı ve Mushafları ve şeriat kitaplarını hor görüp ateşte yaktıkları ve de bilginlere ve dindarlara ihanet edip öldürüp mescitlerini yaktıkları ve de pis başkanlarını Tanrı sayıp secde ettikleri ve de Hazret-i Ebu Bekir'e ve Hazreti Ömer'e sövüp halifelik halifeliklerini inkar edip sövdükleri ve de peygamberimizin şeriatını ve İslâmı yok etmeye kast ettikleri, bu anılan ve de bunların Şeriata karşı söz ve davranışları bu fakire ve diğer İslâm âlimlerine göre tevatürle bilinip açıkça belli olduğundan biz dahi şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile FETVA VERDİK ki adı geçen toplum Kızılbaşlar-Kâfir ve dinsizdirler ve de her kimse ki onlara uyup o sapık dinlerine razı ve yardımcı olurlarsa onlar da kâfir ve dinsizlerdir. BUNLARI DAHİ ÖLDÜRÜP, TOPLUMLARINI darmadağın etmek tüm Müslümanlara vacip ve farzdır. Müslümanlardan ölen said ve şehid olup cennete girer ve onlardan ölen aşağılık cehennemin dibindedir, bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir. Zira bunların kestikleri ve avladıkları ister doğan'la ister ok ile ve av köpeği ile olsun murdardır ve nikâhları gerekse kendilerinden ve gerekse başkasından alsınlar bâtıldır ve de bunlara kimseden miras yoktur. (bir bucak halkı bunlardan olsa da) Allah yardımcısı olsun Osmanlı Padişahına gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahi ve çocuklarını İslâm gazilerine taksim ede ve bunları ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir kimse ki vilayette olup onlardan olduğu bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli ve tüm bu toplum hem dinsizdir ve hem bozguncudur, iki yönden katledilmeleri vaciptir. Ey Allahım dine yardım edene sen de yardım et ve Müslümanları hor göreni sen de hor gör, (bu fetvayı veren) Sarı Görez adıyla meşhur el-Müftü Hamza" (Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi, İ.Ü.Ed. Fak. Tarih Dergisi sayı 22 s.17. 1968,İslamiyet Türkler ve Alevilik, Gülağ Öz, s. 188, 1999 Ankara ) PADİŞAH YAVUZ SULTAN SELİMİN VEZİRİ ŞEYHÜLİSLAM İBNİ KEMAL'İN ÇALDIRAN SAVAŞIYLA İLGİLİ FETVASI "Bu yerde adı zikri dolaşan, bütün zamanlarında tanındığından dolayı varlığının açıklanmasına gerek duymayan, Rahman ve Rahim adıyla; Şah İsmail’in ve din gününe (kıyamet) kadar lanetlenmiş guruplarının ve tebalarının yenik zelil askerlerinin küfrü hususunda Hamd Kerim, Kuvvetli büyük olan Allah içindir. Övgü doğru yola rehberlik eden Hz. Muhammet’i ve doğru dinde ona uyanlar (övgüler olsun) şianın (Şah İsmail ve tebasının) kendi imanlarından başka doğru yola götüren imam, imamlığını ilk dört halifenin halifeliğini inkar ettikleri, İmam Ebu Bekir'le, İmam Ömer', İmam Osman’a (yüce Allah hepsinden razı olsun) açıkça küfür ettikleri Sünni memleketlerinden bir çok yere hâkim oldukları, oralarda boş mezheplerini ortaya koydukları, haberleri ard ardına geldi, Müslüman ülkelerde bu durumun etkileri çoğaldı. Şeriatı ve ona uyanları küçümsüyorlar, bu şeriatla içtihat edenlere kendi mezheplerinin tersine, müctehatlarının mezheplerinde zorluk olduğunu ileri sürerek (şeriate tabi olanlara) sövüyorlar. Tarikatlarının Liderine de Şah İsmail adını verdiler.Onlar Şah İsmail tarikatinin metodunun son derece kolay olduğunu ileri sürüyorlar. Şah İsmail'in Kanuni’nin ünlü Şeyhülislamı Ebussuud Efendi, “Kızılbaş taifesinin şer’an kıtali helâl olup, katleden gazi ve Kızılbaş taifesinin ellerinde maktul olanlar şehid olurlar mı?” yani “Kızılbaş topluluğundan öldürülmesi helal olanı öldüren gazi, Kızılbaş topluluğunun eliyle öldürülenler şehid olur mu?” yolundaki bir soru karşısında şu fetvayı veriyor: “Olur, gazâ-i ekber ve şehâdet-i azîmedir“ (Evet olur, din yolunda en büyük savaştır, Tanrı yolunda büyük bir şehitliktir…“) Osmanlı 'nın, Kızılbaşlar’a bakışını yansıtan Ebussuud fetvasından bazı örnekler: Soru: Kızılbaş topluluğunun, dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler de şehit olur mu? Cevap: Kızılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu, en büyük, en kutsal savaştır...Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur. Soru: Kızılbaşların öldürülmesi, İslam Sultanına (Osmanlı padişahına) düşmanlık besledikleri için mi şarttır, yoksa başka nedenleri de var mıdır?... Cevap: Bunlar hem sultana isyan ederler, hem de dinsizdirler... Soru: Kızılbaşların önderinin Tanrı Peygamberinin (Muhammet'in) soyundan olduğu söyleniyor. Bu durumda, Kızılbaşların öldürülmelerinin helal olduğundan biraz kuşku duyulamaz mı?... Cevap: Hâşâ, en küçük kuşku duyulmaz. Kızılbaşların yaptıkları kötü işler, o temiz peygamber soyuyla bir ilgilerinin olmadığını göstermeye yeter. Ayrıca babası İsmail (söz konusu Şah İsmail'dir) ortaya çıktığında, İmam Ali er-Rıza ibni Musa el-Kazım'ın mezarının bulunduğu ve diğer yerlerdeki büyük seyyidleri zorlayarak kendi soyunu da onlarınkinden göstermek istedi. Direnenleri öldürttü. Bazı seyyitleri kıyımdan kurtulmak için bu isteğe boyun eğmişler, fakat dikkat edenlerin anlayabilmesi için de onun soyunu kısır bir seyyide bağlamışlardır. Ayrıca, soyunun peygambere dayandığı doğru olsa bile, dinsiz olunca diğer kâfilerden ayrımı kalmaz. Ancak ve ancak doğruluğu tartışılmayacak olan kutsal şeriat töresine uyanlar ve onun sağlam kurallarını koruyanlar peygamber soyundan olabilir. Örneğin, Kenan, Nuh Peygamberin oğluydu ama onun yolundan çıkmıştı. Nuh Peygamber, Kenan'ın kurtulması için yalvardığında, Tanrı, “O senin soyundan sayılmaz...” demiş, Kenan da, öbür kâfirlerle birlikte boğulup cezalandırılmıştı... Eğer büyük peygamber soyundan gelmek azabdan kurtulmaya yetseydi, Âdem Peygamber soyundan geldikleri için, bütün kâfirler bu dünyada ve öbür dünyada asla azaba düşmezlerdi... Soru: Kızılbaşlar, Şii olduklarını söylüyorlar, “Lailahe illallah” diyorlar. Kendilerine karşı uygulanan bu ölçüde sıkılığın nedeni nedir? Ayrıntılı ve geniş geniş açıklar mısınız?.. Cevap: Onlar Şii de değildir. Zaten, “Yetmiş üç yoldan ehli sünnet dışındakiler yanacaktır...” diyen peygamberimiz durumu aydınlatmıştır. (Aleviler, bu hadisi kendileri için söylemiş sayarlar ve kendilerini “tarik'ün necat” kurtulmuş topluluk sayarlar.) Kızılbaşlar, yetmiş üç yolun tam olarak birinden değildirler. Her birinden bir parça kötülük ve bozgunculuk alıp kendi isteklerine göre yarattıkları sapıklık ve küfürlerine katarak bir sapıklık ve dinsizlik mezhebi kurmuşlardır. Bu kötü durumlarını gün gün artırmaktadırlar. Bunların sürüp giden, bilinen suçlarına bakarak kutsal din yasalarına (şeriate) göre şu yargılara varırız: O zalimler, ulu Kuran'ı, kutsal şeriatı ve İslam dinini hafife almakta, dinsel kitaplara söverek ateşe atmaktalar. Gerçek din bilgilerini (şeriat âlimlerini) bu bilgileri yüzünden kırmakta, önderleri olan sapık haini Tanrı yerine koyarak ona secde etmekteler. Ayrıca haram olduğu sağlam ayetlerle saptanmış olan bütün yasakları da helal sayıyorlar. Ayrıca Ebi Bekr ile Ömer'e lanet ettiklerinden dolayı da kâfirdirler. Ayrıca, doğruluğu tartışılamayacak olan Ayşe'nin (Peygamberin ailesi) erdemine ilişkin birçok ulu ayet inmişken, bunlar Ayşe anamıza dil uzatarak Kuran'ı yalanlamakta ve böylece de kâfir olmaktalar. Ve yine Ayşe'ye yönelik suçlamaları ile peygamberimizin kutsal büyüklüğüne leke sürerek bu yolla peygambere sövmüş sayılırlar. Bu yüzden bütün Kızılbaşların, büyüğü küçüğü ile, kentleri ve eserleriyle yok edilmeleri şarttır. Bunların kâfir olduğundan kuşku duyanlar da kâfir olur... Fetvanın devamında, eski suçlamalar devam ettirilerek, "Bu tâifenin kıtâli sair kefere kıtâlinden ehemdir“ yani “bu topluluğun öldürülmesi, diğer kâfirlerin öldürülmesinden daha önemlidir” denmektedir. Şeyhülislam Ebussuud Efendi, daha önceki dönemlerde katledilen, Hallac-ı Mansur, Şeyh Bedreddin gibi Alevi düşünce önderleriyle Yunus Emre gibi Alevi ozanlarını da, aradan yüzyıllar geçmesine rağmen yeniden yargılayıp, şer’i ahkâma göre mahkum ediyor!.. Sözgelimi, "Mansur, şeirata göre kâfir olduysa, ona hak veren ve onun yolunda gidenlere şer’an ne lâzım gelir?“ yolundaki bir soruya karşılık, kestirmeden şu fetvayı verir: “Mansur’a lâzım olan lâzımdır”. Yani, onları da çarmıha gererek katletmek gerekir, demektedir. Babai hareketinin devamı niteliğindeki Bedreddin eyleminin önderi Şeyh Bedreddin de, ondan nasibini almaktadır: "Şeyh Bedreddin Simavi ki (Varidat) sahibidir, (tekfir etmeyip la’net etmeyen kâfirdir) diyene ne lâzım olur? " yolundaki bir soruya verilen cevap da açıktır: "Anın müridlerinden olan kâfirlerdir, katli lâzımdır.“ (Age,s. 193) Halk tarihi ve şiiri araştırmacısı Abdullah Ercan, Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin, Anadolu Aleviliğinin büyük şairi Yunus Emre’ ye ilişkin bir fetvasını, doğrudan Fetâvâ-yı Ebussuud adlı elyazma eserden aktarıyor: Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin, Yunus Emre ve yandaşlarına ilişkin soruya verdiği cevabı şimdi birlikte izleyelim: Soru- Bir zaviyenin mescidinde eşhas-ı muhtelife ile oğlanlar muhtelit olup envaı teganniyat ile tevhid ederler iken kelime-i tevhidi tağyir edip, gâh dilmen, gâh canmen ve gâh; "Sen bir ulu sultansın Cennet cennet dedikleri Deyü göğüslerini döğüp evzâ-ı garibe ettiklerinde ahali-i mahalleden bazı kimesneler zâviye-i mezburede şeyh olan kişiye, (Bu makule evzaa niçün razı olursun?) dediklerinde, şer’an ne lâzım gelir? Özetle, sorulan soru şudur: Bir zaviyede karışık kimseler toplanıp, müzik eşliğinde Yunus Emre’nin yukarıdakine benzer deyişlerini okurlarsa ve tekke şeyhi bu durumu savunursa ne yapmak gerekir? Şimdi, Şeyhülislam’ın fetvasını birlikte görelim: Cevap- Evza ve akval-i mezbure kemal mertebe fuhuş olduğundan gayri, cennet hakkında söyledikleri kelime-i şenia küfr-i sarihtir. Katilleri mübahtır. Şeyhleri olan bîdin, hikâyet olan ef’al ve akvâl men’e mübaşeret olunmazsa dahi ne lâzım gelür demekle kâfir olduğundan gayrı o kabahiyi ibadet kabilinden addedüp âyet-i kerimeyi ana delil getirmekle tekrar kâfir olur. Ve bu itikattan rücu etmezse katilleri vâcip olur.” Görüldüğü gibi ,Osmanlı’nın yükseliş döneminin en büyük şeyhülislamlarından kabul edilen Ebussuud Efendi tarafından, kadınlı-erkekli ve müzikli bir ibadet biçimi "fuhuş“ olarak nitelendirilmekte, Yunus’un tasavvuf içerikli deyişlerine bile tahammül edilmemekte ve bu yolun sâliklerinin katlinin şer’an helâl olduğu yolunda fetva verilmektedir… İşte burada ipucunu yakalıyoruz, tam da Doçent Dr. İbrahim Özdemir'in ailesi yüz yıllardır süregelen bu fetvalar ve bu anlayıştaki bir din eğitiminden dolayı böyle konuşabiliyorlar. "Müslim nâmına olan Zeyd, meşihat iddiasında olup, ilhad ve zındıka itikadında olduğunu izhar ve bu vecihle daî bilfesad olduğu Şer’an sabit olsa Zeyd’in emr-i ûlu’l-emr ile siyaseten katli meşru mudur? El-cevab: Allahua’lem vaciptir. Bu surette Zeyd vech-i muharrer üzere ilhad ve zındıka ile ahzolunduktan sonra tevbesi makbule olur mu? El-cevab: Allahua’lem olmaz, belki katlolunur. Sahir ve sai bilfesad olan Zeyd kablettevbe ahz olunsa Zeyd’e ne lazım olur? El-cevab: Allahua’lem katolunur. Kandil kutlamalarının tarihi II. Selim'den itibaren başlar ve 16. y.y. dan sonradır (1566-1574) Bundan öncesinde Kandil kutlamaları yoktur İslam tarihinde. Bu yüzden Alevi yol önderleri “Kandil geceleri kandil oluruz, "Kutlu Doğum Günleri" Türkiye de ilk olarak Diyanet öncülüğünde 1989 yılından itibaren kutlanmıştır ve Miladi takvime göredir. Her yılın 20 Nisanında başlar ve bir hafta sürer. Henüz 8 senelik bir geçmişi vardır. Diyanet’e göre (Rabiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, yapılan hesaplamalara göre, Miladi takvime göre 20 Nisan'a denk gelen gece idi.) Peki bu yeni asimilasyon oyununu düzenleyenlere ve onların fikir babalarına şunları sormak gerekiyor; Neden oruç ve bayramlarınızı Hicri takvime göre yaparsınız da “Kutlu Doğum Günleri” ni İsa’nın doğumu ile başlayan Miladi takvime göre yaparsınız? Kutlu Doğum Günlerinin miladi takvime göre kutlanması normal midir? Peygamber kendi doğum gününü kutladı mı hiç?Peygamberin kendisi bile doğduğu günü bilmiyorken 20 Nisan nereden Doğum günü ilan edildi? Suudi Arabistan ve diğer şeriatla yönetilen ülkelerde "Kutlu Doğum Günleri" ya da haftası kutlanıyor mu? Tarih boyunca katledildiğimiz, göçe ve asimilasyona zorlandığımız gibi günümüzde inancımıza karşı bu yaklaşımları devam etmektedir. Peki, şimdi bütün bunlara karşın ne yapmalıyız? "Dinler arası diyalog " masalları adına Aleviliğin asimile edilmesine razı mı olacağız? Cemevinde elini kulağına koymuş ve imam-dede arası bir görünümde mevlitler okunuyor, Semahın yanında Mevlevi semazenleri dönmekte, Nakşibendî liderleri ile yan yana pozlar verilmekte. Diyanet İşleri'nin bütçesi "8 Milli Eğitim" bütçesi kadar, Alevilerin verdiği vergiler ile Sünni imamların-hocaların maaşı ödeniyor ama Alevilerin haklı talepleri görmezden geliniyor. Bizler katledileceğiz, yok edileceğiz, asimile edileceğiz, ödün vereceğiz ve bazılarımız başkalarına benzemek için uğraşıp duracak ama karşı taraf bizimle ilgili tek bir olumlu adım atmayacak. Yüz yılların fetvaları 85 yıllık Cumhuriyetin Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hala kaldırılmamış durumda. Kartvizitinde Doçent Doktor yazanlar, Alevi kadınlarına bu fetvalara dayanarak öğrencilerinin önünde utanmadan hakaret edecekler ve bunlara hiç bir şey yapılmayacak! Bunun adına da birlik, beraberlik diyeceğiz. Birlik beraberlik; yanağına tokat yiyince öbür yanağını dönmek değildir! Asıl birlik beraberlik Aleviler arasında olmalıdır ve gün tam da bu gündür! Alevi örgütleri ve yöneticileri bir samimiyet testinden geçmektedir bu günlerde... Unutmayalım ki yüz yıllardan beridir ağır bedeller ödedik. Tarih boyunca yol önderlerimizin takındığı onurlu, ilkeli, namuslu ve yiğit duruşa layık olmalıyız. "Sayılmayız parmağ ile/ "Şalvarı şaltak Osmanlı,/ Okullarda, işyerlerinde Alevileri aşağılamaya çalışanlara e güzel yanıtı sanırım Neyzen Tevfik veriyor. Son sözü ustaya bırakalım: "Ne ararsın tanrı ile aramda, Rakı, şarap içiyorsam sana ne, Esir iken mümkün müdür ibadet, İşgaldeki hali sakın unutma, Neyzen Tevfik " HAKSIZLIK ÖNÜNDE EĞİLMEYİNİZ,HEM HAKKINIZI HEM ŞEREFİNİZİ KAYBEDERSİNİZ.! (Hz. Ali) KAZIM ENGİN |