Diyanet'in gizli Alevilik raporu.İ.Kaygusuz
DİYANET’E YANIT:
DİYANET’İN GİZLİ ALEVİLİK RAPORU SAÇMALIĞI
Alevilik “Sünni Hanefi Mezhebine
Bağlı Bir Tarikat” Değildir!
İsmail Kaygusuz
1-2 Şubat 2001 tarihinde Ankara'da yapılan İl Müftüleri toplantısında bir zarf ile il müftülerine bilgi notu veriliyor. Bilgi notunun, Alevilik hakkında yazılmış ve müftülere bu bilgiler ışığında hareket etmelerini isteyen bir çeşit gizli rapor niteliği taşıdığı anlaşılıyor. “Aleviyol” web sayfasından öğrendiğimize göre, Yeni Düşünce dergisine ulaşan bilgilerde İl Müftülerine dağıtılan bu bilgi notu daha sonra apar-topar geri istenmiş. Ama birçoğu ilçe müftülüklerine gönderilmiş bulunmakta. Kimlerin uyarısıyla ve neden çekilmiştir bilinmiyor.
Bu raporda, “Aleviliğin Sünni Hanefi mezhebine bağlı bir Tarikat olduğu” vurgulanıyor. Yanlış, çelişkili, tutarsız fikirler, belge ve bilgilerle bunu sözde ispatlıyorlar. En fazla da Makalat üzerinde duruyorlar: Hacı Bektaş’ın her türlü dinsel düşünce ve inançlara zıt, akılcı ve hatta günümüz bilimsel bilgileriyle üstüste düşen sözleri üzerinde bile sıkılmadan demagoji yaparak; “Makalat’ta anlatılanlar Sünni İslamın özüdür”diye yazabiliyorlar.
Diyanet’in gizli Alevilik raporuna “Türkiye Aleviliği” adı konularak Aleviliğin varlığı fiilen teyid ediliyor. Ama, Alevi-Bektaşi kavramları, Türkiye’deki Aleviliğin aslı, Aleviliğin Diyanet’te temsili ve Cemevi meselesi gibi dört alt başlık altında ise Aleviliğin varolmadığı(!) ve Sünni Hanefi mezhebine bağlı bir tarikat olduğunu ispatlamak için çabalıyorlar. Temelden varlığına karşı olduğumuz Diyanetin İşlerinin Aleviliği yoksayma gibi oldukça çirkin davranışı yüzünden, aşağıdaki yazıyı yazma zorunluluğu duyduk:
Tarihsel olarak “Alevi” deyimi konusunda yanlışta direniyorlar
Diyanet raporunda şöyle denilmektedir:
“Osmanlı tarihi boyunca Alevi kelimesi, Hz. Ali soyuna mensup kimseler hakkında kullanılmıştır. Osmanlı Devlet Arşivlerinde yapılan incelemelerde arşiv belgelerinde Yeniçeri Ocağı’nın yok edilmesine kadar (1826) ‘Alevi’ terimine rastlanmamıştır... Köy Bektaşisi tabiri ile Kızılbaş tabiri müteradif olarak kullanılmıştır. Köy Bektaşilerine daha sonraları Alevi denilmiştir.”
Gerçekten anlamakta güçlük çekiyoruz. Alevi kelimesi Osmanlı tarihi boyunca hep kullanılmış, ama özel anlamda; Alisoylular için, yani Seyyidler, Dedeler için! Ancak onların peşinden giden, onlara bağlı topluluklara ise Alevi denilmezmiş (!) Tuhaf, değil mi? Öte yanda, Yeniçeriliğin kaldırılmasıyla birlikte Hacı Bektaş Dergahı işgal edilip Nakşibendilere teslim ediliyor. Ülke çapında tanınmış Alevi Seyyid Ocakları kapatılıyor; Alisoylu Dedeler-Babalar ya sürgün ya da yok ediliyorlar. Ondan sonra “Alevi“ terimi birdenbire bir inanç topluluğuna ad oluyor... Böylesine bir akıl yürütmeye kargalar bile güler!
Resmi belgelerde eşanlamda verilmiş olan “Kızılbaş” ve “Köy Bektaşileri” deyimi, İmparatorluk halkları arasında “Aleviler” adıyla çağrılan toplum için kullanılmıştır. Anadolu halkının dilinde yüzyıllardan beri SÜNNİ sözcüğünün karşıtı, kavram ve içerik olarak ALEVİ deyimidir, hiçbir zaman Şİİ olmamıştır. Suçlayıcı, aşağılayıcı deyim olarak kullanılmış KIZILBAŞ’ın karşıtı da YEZİT'tir. Bu arada belirtmeliyiz ki, KIZILBAŞ sözü Alevi toplumu için aşağılayıcı değil, bir onur simgesidir. Şah Hatayi’nin söylemiyle Kızılbaş olmanın çok önemli koşulu vardır:
Yüregi dağ olmayınca bağrı kanlı lal'ı tek / Hiç kimin hakkı yohtur Kızılbaş olmaya
(Yüreği dağ, bağrı kızıl yakut gibi kan olmadan, Kızılbaş olmak hiç kimsenin haddi değildir)
Bu nedenle Diyanet’in uzmanlarının “Kızılbaş” deyimini, “Yeşilbaş”, “Akbaş”, “Karabaş” vb. sıfatlarla karşılaştırmaları tek sözcükle utanmazlıktır.
Arşiv belgelerinde “Alevi” deyimine rastlanmaması, ne Aleviliğin ne de “Alevi” deyiminin Osmanlı İmparatorluk döneminde varolmadığını kesinlikle göstermez. Ne yazık ki bu yanlış mantığı, Iréne Melikoff’un 1975 yılında yazmış olduğu “Le Problem Kızılbaş” (Turcica VI, 1975, s.49-51) başlığını taşıyan makalesi literatüre taşımıştır: “Bu zümrenin mahkum edildiği Osmanlı belgelerinde sadece `Kızılbaş, Rafızi (sapık, sapmış) ve Mülhid (dinsiz, dini terketmiş)' deyimleri kullanılmaktadır. Bir kez bile olsun, Alevi deyimine rastlanmaz”. Ne yazık ki, çoğu Alevi yazar, hiç irdelemeden, yazıya göndermelerde bulunarak bu yargıya katıldı. Cehaletin Sünnisi Alevisi olmuyor.
Peki Osmanlı arşivlerinde niye rastlanmıyor?
Alevi sözcüğüne bu anlamda Osmanlı arşivlerinde rastlanmaması doğaldır, ifade ettiği dinsel anlam dolayısıyla ‘Alevi’ sözcüğü nomina sacra’dır, yani dokunulmaz-kutsal isimlerdendir. Osmanlı Sünni şeriat yönetimi, ‘dinsiz ve sapkın’ saydığı ve ‘katlini vacip’ kıldığı heterodoks inançlı bu toplumun öz adını (Alevi) kullanmaktan özellikle kaçınmıştır. Kullansaydı, siyasetine ters düşmenin dışında, kutsal adı verdiği toplumu toplu kırımlara uğratmayı Sünni teb’asına nasıl açıklayacaktı? Osmanlı devleti bu yüzden, kendi yönetimini beğenmeyen bu isyancı toplumun Aleviliğini yok saymış ve İslamda küfür olan sözcüklerle onu adlandırmıştır. Hem sonra, tarihte bir devletin, düşman belleyip kıydığı, ezdiği ve yok etmek istediği toplumu onurlandırıcı, kutsallaştırıcı isim ve sıfatlarla kayda geçirdiği görülmüş değildir.
“Alevi” deyimi bugünkü anlamda ne zamandan beri kullanılıyor?
Alevi deyiminin bugün kullanılan anlamda; sözcük anlamının yanı sıra, bir inancın ve o inanca bağlı topluluklara ad oluşunun 10.yüzyıla kadar indiğini; ve üstelik sadece Arapların ve Farsların değil daha çok çeşitli Türk topluluklarının bunu benimsemiş olduğunu 1995’te yayınlanan bir kitabımızda (İ.Kaygusuz, Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihi ve Uluları I, Alev Yayınları, İstanbul-1995, s.88-101) göstermiştik. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yukarıdaki tanımlamasından farklılaştırıp, “terim olarak Hz.Ali’ye mensubiyeti ifade eden bu kelime, onun yolundan giden, onu seven, sayan ve ona bağlı olan ya da soyundan gelenler için kullanılır. Hz. Ali’yi seven, sayan, onun yolundan giden ve ona bağlı olan herkese Alevi denilebilir” gibi, Refahçı-Faziletçilerin “bu bağlamda biz de Aleviyiz” söylemiyle basite indirgemesinde ve saptırmasında Alevileri Sünnilikle kaynaştırmanın amaçlandığı açıktır.
Bugünkü anlamda Alevi Türkler tanımlamasını ilk kullanan Abu Dulaf olmuştur. Abu Dulaf'ın yaptığı iki seyahatla ilgili yapıtı vardır. Orta Asya Türk kabileleri arasında, Çin ve Hindistan'a 941-943 yıllarında yaptığı gezileri anlatan ve bizi ilgilendiren birinci gezi bölümü, Yakut'un (ö.1229) “Mudjam al Buldan III” (s.445-458) yapıtının içindedir.
941-42 yılı içerisinde Çin'e doğru yola çıkmış olan Abu Dulaf, Tibet'e ulaşmadan önce, bir süre Bagraç Türklerinin yaşadığı bölgede kalmıştı. Keçe giyimli, sakalsız, fakat bıçak vurulmamış pos bıyıklarıyla dikkati çeken, çok iyi ata binen ve savaşçı olan bu Türklerin (Bağraçlar), Yahya bin Zeyd'in bir oğlundan gelen bir Ali soylu tarafından yönetildiğine tanık olmuştur. Abu Dulaf onların, içinde şehit İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd için yakılmış ağıtların da yer aldığı batıni anlamda yorumlanmış, Sünni İslama aykırı bir Kuran sakladıklarını, tanrısallığın Ali'de cisimlendiğine inandıklarını yazmaktadır. Yine onun anlattıklarına göre bu “Alevi” Türkler, Ali'nin indiği ve tekrar geri döndüğü gökyüzüne doğru avuçlarını açıp, bağırarak dua etmekteydiler. (Yakut, Mudjam al Buldan III, Beyrut-1376, s.441-442.; Z.V.Togan, İbn Fadlans Reisebericht, Leipzig-1939, XXIV.)
Ayrıca Ahangaran ırmağı boyunca sıralanmış bulunan eski Oğuz kentlerinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda ortaya çıkartılan, çadır biçimindeki kubbeli kemiklikleri (Ossuarium) kapsayan anıtsal mezarlar önemlidir. Bu çeşit ölü gömme bölgesel modelinin, Ortaasya'nın güneybatısındaki bölgelerde yaşayan Türklere özgü olduğu bugün açıkça kanıtlanmıştır. Bu mezarlarda bulunmuş olan bir mezar heykelciği (M.E.Masson, Axsengeran, Taşkent-1953, res.20-21), özellikle bölgenin sakalsız fakat bıyık taşıyan insan tipinin örneğidir. Bu tipin Uygur çağındaki Mani dini rahibi tipleriyle hiçbir benzerliği yoktur. (karş. Bahaeddin Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, 3.baskı, Ankara-1988, lev.35, 36, 37) Prof.Dr. Emel Esin'in kendi sözleriyle; “Bu tip 10.yüzyılda Halife Ali'yi aşırı sevip sayan (Alevi) Türklerin betimlerini çağrıştırmaktadır. ‘Alevi’ Türkler tanımlamasını ilk kez, 10.yüzyıl gezgini Abu Dulaf'ın kullandığı bilinir. Abu Dulaf Misar bin Muhalhil, Samaniler devletinin (Samanoğulları) en güçlü hükümdarı Nasr bin Ahmed'in (914-943), saltanatının son yıllarında Çin'e elçilik göreviyle gönderdiği kişidir.” (Emel Esin, Turcica XVII, 1985, s.12)(abç) Bu konuda Ebubekir Muhammed b. Cafer Narşaki’nin 943-948 yılları arasında yazdığı Buhara Tarihi’nde de destekleyici bilgiler bulunmaktadır:
“Şii ve heretik (rafizi, sapkın nitelemeleri Alevilikle ilişkilidir-İ.K.) inanç başkaldırı hareketlerine katılmaya eğilim gösteren aşağı sınıflara karşı, önce Şam’daki daha sonra Bağdad’daki İslam yönetimlerini bölge aristokrasisinin desteklediğini öğrenebiliyoruz. Ayrıca her fırsatta Türkler, özellikle bölgesel yönetimlere muhalif olan göçebe Türkler arasına her ikisinin de sızdıkları belirtilen bu sapkın isyancıların destekleyicileri olarak zikredilmektedir.” (Richard N.Frye, ‘On The History of Bukhara by Narshaki ’, Internet: www.ukans.edu/) (abç)
Ayrıca Yusuf Has Hacib'in, Tavraç Buğra Han'a 1069'da yazıp sunduğu, devlet yönetimine ilişkin Kutadgu Bilig (Kutlu Bilgi) adlı yapıtında, “Aleviler birle katılmak ayur (Alevilerin birlikte (bize) katılmasını öğretir)” başlığı altındaki bölüm, Karahanlılar devletinde Alevilerin hatırı sayılır varlığının ve saygınlığının kanıtıdır.
Son olarak, Temmuz 1051’de İran körfezinin güneybatı kıyısında bulunan Yamama kentine uğrayan Nasır Husrev, buranın yönetici ve oturanlarının Aleviler olduğunu; Alevi emirlerin her birinin üç-dörtyüz atlı korumaları bulunduğunu yazmaktadır. Ayrıca Zeydi mezhebine bağlı bulunan Yamamalıların dua etmeğe (namaza); “Muhammed ve Ali insanoğlunun en hayırlısıdır,” ve “haydi bu en hayırlı (işe) tanık olmaya geliniz!” sözleriyle çağrıldıklarına dikkat çekmektedir. Yaşadığı yüzyılın en büyük gezgini, bilgin ve filozofu Nasır Husrev İsmaili Aleviliğini İran ve Ortaasya’ya ilk yayan Dai olarak tanınmaktadır. Nasır Husrev’in Alevi terminolojisini “Alid” olarak Batı dillerine çevirmiş olsalar da, onun Zeydileri, İsmailileri ve Oniki İmamcı aşırı Şiiliği ifade ettiğinin ayırdına varmışlardır. (Bkz.Naser-e Khosraw’s Book of Travels (Safarnama), Farsçadan İngilizceye çev. W.M.Thackstone, Jr., State Univ. of New York, 1986, s, 86, dpnt.33). 8.yüzyıldan itibaren çeşitli bölgelerde ve çeşitli adlar altında Ortodoks İslama (Sünnilik-Şiilik) karşı yükselen tüm heterodoks (aykırı, farklı inanç ve düşünce) hareketler Alevilik ve onun türevleridir.
Türkiye’deki Aleviliğin aslı Hacı Bektaş Veli’den çok öncelere dayanır
Bu geleneksel söyleme koşut olarak Zeydi Aleviliği, Zeynel Abidin oğlu Zeyd’in torunlarından Ali-yyül-Medeni, onun akraba ve yandaşları aracılığıyla 9.yüzyılın ilk yarısında Anadolu’ya girmiştir. Aynı soydan efsanevi Hüseyin Gazi-Battal Gazi’nin söylencesel eylemlerinde; Malatya emirliği, Paulikien-Bizans-Babeki ilişkileri arasında Doğu ve Güneydoğuya yayılmıştır. Bugün hâlâ varlığını sürdüren Senirkentli Veli Baba[1], Ağuçan ve Mineyik Seyyid Ocakları, Zeynelabidin oğlu Zeyd’in soyundan gelmektedir. Yine aynı soydan Abul Vefa (ö.1017), aynı bölgelerde (Fatımi) İsmaili Aleviliğinin Dai’si olarak gözükmektedir.
11.yüzyılın sonları ve 12.yüzyılın ilk yarısından itibaren Anadolu, Alamut’un Suriye kanadının al-Hicraları aracılığıyla İsmali Dailerinin geniş propaganda alanıdır. Şu halde Diyanet’in raporu ve resmi tarihin yadsımalarının tersine, Alevilik, Hacı Bektaş Veli’den yaklaşık 400 yıl önce Anadolu’ya Heterodoks İslam olarak girmiştir. Ayrıca Alp Arslan’ın 1071 Malazgirt savaşından önce, Selçuklu prenslerinden Kutlumuş ve diğer bazılarının Anadolu ve Suriye’deki fetih ve etkinliklerini biliyoruz. Bu prensler geniş çapta Alevi inançlı göçebe Türkmenlere dayanmaktaydılar, hatta Abbasi Sünniliğinin kılıcı Tuğrul ve Alparslan’a karşıydılar. Sonuçta onlar tarafından ezildiler.
Tarihsel gerçekler ortadayken Diyanet raporundaki “Türkiye’deki Aleviliğin Şia ile bir ilişkisi yoktur. Türkiye’deki Aleviliğin aslı Ahmet Yesevi’ye, özellikle de onun bağlılarından Hacı Bektaş Veli’ye dayanır” gibi acayip yargılarına sözümüz olacak
Yanlış bilgilerle akıl yürüterek doğru mantığa ulaşılamaz; bu yöntemle varılan yargılar da havada kalır. Aleviliğin, Şia sözcüğünün Ali yandaşlığı anlamıyla ve onun soyundan gelen İmamları tanıma inancıyla kuşkusuz yakından ilişkisi bulunmaktadır. Ancak, Türkiye’deki Aleviliğin bugünkü Şeriatçı İran Şiiliği ile hiçbir ilintisi yoktur. Türkiye’deki Aleviliğin aslının Ahmet Yesevi’ye dayandığı yalanını, Hacı Bektaş Veli’yi araya sokarak kabul edilebilir kıldıklarını sanıyorlar. Oysa, yukarıda da kısaca değindimiz gibi, Alevilik inancı tarihsel olarak Hacı Bektaş’tan çok önce Anadolu’ya gelmişti.
Hacı Bektaş Veli, Yesevilik ve Makalat-ı Hacı Bektaş Veli
Hacı Bektaş Veli’yi onun doğumundan 40-45 yıl önce ölmüş bulunan Ahmet Yesevi’ye bağlayarak(!) onu ve ona bağlı olan koskoca Alevi-Bektaşi toplumunu Sünni göstermeye tarihsel destek sağladıklarını sanıyorlar. Çünkü egemen sınıf ve onun Diyanet’i, İslam tarihini sadece Ortodoks İslam (Sünnilik-Şiilik) tarihinden ibaret sanıyorlar ve bu yüzden, 650’lerden beri tam 1350 yıldır dinsel Ortodoksluğa karşı yükselen, Mısır’dan Önasya’dan Orta Asya’ya ve Çin’e, Hindistan’a kadar uzanan (Ortaçağ dünyasının değişik bölgelerinde yüzden fazla adla ortaya çıkan) Heterodoks İslam (Alevi) inanç ve toplumsal-siyasal hareketlerini bilinçli olarak yok sayıyorlar.
Belli ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, Bektaş Veli’ye Sünni damgasını vuran, Yusuf Hemedani - Abdel Halik el-Gucvani - Ahmet Yesevi ilişkisinden ötürü onu “amcazade” olarak niteleyen Nakşibendiler yönlendiriyor.
Hacı Bektaş Veli, Yesevi yolunun yolcusu değildir, olamaz. Tarihsel olarak Nişabur’da geçen olaylar ve Horasan bölgesindeki Moğol saldırıları gözönünde tutulacak olursa gerçeğin Diyanet çevresinin ileri sürdüğünden çok farklı olduğu görülecektir. Hacı Bektaş 1200’ün ilk on yılı içinde doğmuş olduğuna göre, Lokman Perende’den olsa olsa okuma yazma öğrenmiş ve ilk dinsel bilgilerini almıştır. Ondan çocuk yaşlarda ders alan Hacı Bektaş’ın Yeseviliği öğrenip, ona bağlanması olası görülmüyor. Gölpınarlı’nın Mevlana Celaleddin adlı yapıtında, Hacı Bektaş Veli hakkındaki aşağıdaki saptaması çok yerindedir:
“Hacı Bektaş, bütün manasıyla batıni inanışların mürevvici (yürüten, propagandasını yapan) bir batıni dai’siydi. Bunu ‘Makalat’ açıkça gösterdiği gibi en eski kaynakların Bektaşilik hakkında verdikleri malumat da teyid eder. Hacı Bektaş’ın Yesevilikle değil, Nizari İsmaililerin batıniliğiyle ilişkisi vardır; incelenmesi, araştırılması devre dışı bırakılmış bölgedeki tarihsel olaylar ve gelişmeler bunu gösteriyor.’’ (s.237)
Hal böyleyken, Diyanet raporunda Makalat’taki “Dört kapı kırk makamın, Ahmet Yesevi’nin Fakrname’sinden alındığı” yazılmakta ve dolayısıyla Hacı Bektaş’ın Sünniliği kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Gölpınarlı bunları bilmiyor muydu? Kuşkusuz Gölpınarlı bu konuları hepsinden iyi biliyordu; böyle bir şey olsaydı herkesten önce bu bilgiye o sarılırdı. Çünkü Ahmet Yesevi’nin böyle bir kitabının varlığı kesin değildir. 1826’dan itibaren Hacı Bektaş Dergahı’nı resmen işgal etmiş olan Nakşibendiler tarafından Makalat’tan aşırılarak, şer’i hükümlere uydurulup kime ait olduğu belli olmayan kitaba sokuşturulmuş olmalıdır. Oysa, Makalat’taki “Şeriat Kapısı ve On Makamı”na mal bulmuş mağribi gibi sarılanlar; bu kapıya bağlıların “abidler” (yaşamları nafile ibadetle geçenler) olduğunu bilmiyorlar mı? Ve ‘abidler bölümünün’ sonunda “ (Pes (işte böyle) kibir ve haset (hainlik-kıskançlık) ve buhul (pintilik) ve adavet (düşmanlık) bunlarda hemandır (ancak bunlardadır)” diye yazılı olduğunu görmüyorlar mı? (Makalat, Haz. Sefer Aytekin, İst.1954, s.27.
İnsanları dört bölükte görmek isteyen Hacı Bektaş Veli, Şeriat zümresi olan abidler’in bu kötü yanlarından kurtulmaları için onlara on makam öneriyor. Bunlardan sadece ikincisi Sünni İslamın beş şartıyla ilişkilidir. Sonunda onları adam edecek olan ve madde madde sunduğu diğer dokuz makam dahi “Kur’an’da bu kadar ayetlerle açık seçiktir (ayat-ı beyyinat) iman ehli için” diye vurguluyor. (Makalat, s.49-50) Hacı Bektaş Veli bu bölümlerde Şeriat ehlinin eksikliklerini veriyor ve sadece dört beş şartı yerine getirmekle (Sünni) Müslüman olunamayacağını gösteriyor. Nakşibendiler ve Diyanet, kendilerine sadece öğüt veren ve yol gösteren Ulu Piri hangi mantıkla Sünni yapıyorlar, anlamak olası değil.
Hacı Bektaş’ın bağlı olduğu ve önderliğini yaptığı, “Marifet ve Hakikat makamlarının” ehli olan “arifler ve muhibler zümresidir”, yani batıni inançlılardır, Alevilerdir. Bu kesim için 8 Ağustos 1164 yılında Alamut’ta ilan edilen “Büyük Kıyamet (Yeniden diriliş)” ile Şeriat dönemi bitmiştir. Örnek verdikleri Yunus Emre’nin “Dört Kapı Kırk Makam” anlayışı, Makalat’taki anlayıştan başkası değildir:
“Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat, marifet andan içeru
Evvel kapı şeriat, geçse andan tarikat
Gönül evi marifet, ışk hakikat içinde”
Makalat’ın içeriği
Hacı Bektaş’ın Sünniliğini, Ortodoks İslamın din ve iman koşulları ile ibadetlerini sadece birkaç sayfaya sıkıştırmış olmasına dayandırıyorlar. Oysa düşünmüyorlar ki Hacı Bektaş Makalat’ını asıl Sünnilerin mollaları, din adamları için Arapça yazmış. Amacı, onlara yolun ilkelerini göstermektir. İnsan olmak, kendini tanımak için sadece şeriatın yetmediğini, inancı tamamlamak ve “Hak ile Hak olmak, onunla birleşmek için” tarikat, marifet ve hakikat kapılarını da geçmek gerektiğini anlatmıştır kitabında. Hacı Bektaş Veli’nin ne Şünni şeriatı ve ne de ibadetleriyle bir ilgisi yoktur. Nitekim dönemin Sünni alimlerinden Molla Sadeddin, Makalat’ı okuyarak, doğruyu bulmuş ve Hacı Bektaş’a bağlanmış. Sonra Hünkar’ın buyruğu üzerine, herkes okusun diye oturup bu kitabı Türkçeleştirmiş. Hacı Bektaş Makalat’ında, “İnsandan ulusu yoktur... Arifler marifet tahtı üzerinde oturur. Tanrıyla söyleşirler, konuşurlar. Ali’ye sordular, ‘Tanrı’ya, görürmüsün ki taparsın?’ Ali eder: ‘Görmesem tapmaz idim” diye yazıyor. Bu anlayış Sünniliğe sığar mı? Şeriatta bu sözleri söyleyen kafirdir.
Akıl ve bilim hakkında söylediği şu sözlere bakınız :
“Akıl, başta sultandır. Yeryüzünde akıl ölçüsünden önemli birşey yoktur. Çünkü herşeyi bilen ve buyuran akıldır. Herşeyin büyüğü bilim ve hilim (yumuşaklık). Akıldan yararlanmasını bilen için gizli birşey yoktur. Bilim evrenin tüm değerlerinin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Bilimle araştırmalı, izlemeli gözlemeli. Yolumuz bilim ve irfan sevgisi üzerine kuruludur...”
Hacı Bektaş’ın Makalat’ta geçen bu sözlerinin şeriat dogmalarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Ayrıca “Makalat”da kendisine bağlı olanların ibadetlerini de gösteriyor:
“…Amma, muhiblerin (sevgiyi din bilen Alevilerin) taatı münacaattır (dua etmektir), seyirdir (Hakka doğru yolculuk), müşahededir (Hakkı gözlem), arzularına ermektir. Ve Çalap Tanrıyı bulmaktır. Ve kendulerin yavu kılmaktır (Tanrıyla birleşip kendini yitirmek)… Ve halleri birüküb bir olmaktır (Tanrıyla bir olmak, tanrılaşmaktır). Bunların dahi hemandır (Bunlarda da ancak bu inanç-ibadet vardır)…Eger muhiblere sorsalarkim, Tanrıyı nice bildiniz. Pes, muhibler cevap verelerkim, kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap Tanrıdan bildik (kendi özümüzde Tanrıyı, Tanrıda da kendimizi bildik, onunla bütünleştik)… Ve insanoğlu için en önemli ibadet; doğruluk ve insan sevgisidir” (agy, s.32, 36, 73).
Alevi-Bektaşıliğe tarikat diyenler, görmüyorlar mı ki tarikat sadece on makamı bulunan bir kapıdır. Sünnilikte tarikat son kapıdır ve o kapıdan öteye geçemezler. Geçen dinden çıkar, Tanrıya şirk koştuğuna inanılır. Çünkü ötede ‘ben’ yoktur, ‘biz’ vardır; daha da ötede, yani Hakikat kapısında ‘ben ve biz’ de yoktur, ‘sen’ diye hitabettikleri ‘O’ vardır ve O’nunla birleşilir (Theosis=Tanrılaşma). Hacı Bektaş’ın yukarıda söylediklerine Sünni inancı dinsizlik demektedir, çünkü kendisine aykırıdır. Oysa Alevi inancı budur.
Gönlü Kabe’ye benzeten Hacı Bektaş Veli, “Kabe’de ihram giymek, hakkı batıldan seçmektir” diyor; “Ve hem yoldan taş arıtmak, Kabe’de Arafatta taş atmaya, kendi nefsini (kötü) heveslerini depelemek ise Kabe’de kurban kesmeğe benzer” diyor. (agy, s.75) Bu ifadeler, Sünni İslamın Hac şartının reddidir: Hacca gidip Kabede ihram giyeceğine araştırarak doğruyu bul; Arafatta şeytan taşlayacağına, yoldaki taşları temizle; hem sen hem başkaları rahat yürürsünüz. Orada kurban keseceğine, kötü huylarından bencillikten vazgeç; kibrini gururunu kır! Bir batıni velisi olan Hacı Bektaş’ın Makalat’ta Sünniliğe bu denli aykırı şeyler söylediği ortada iken, ona nasıl Sünni yakıştırması yapılabilir?
Makalat’taki bütün bu söylemlere rağmen, “ilmin hakemliğini” yaptıklarını sandıkları raporda, şöyle denilmektedir:
“Alevilerin en önemli referansı Hacı Bektaş-ı Veli’ye nispet edilen “Makalat” bugün elimizdedir. Makalat’ta anlatılanlar İslamın özünün tekrarıdır. Doğrunun ortaya konmasındaki en güvenilir yol, ilmin hakemliğine başvurmaktır. İlmin hakemliği bir tarafa bırakılarak ideolojik ve siyasal yaklaşımlarla problemleri çözmeye kalkmak, meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getirecektir.”
Makalat’ta anlatılanlar heterodoks İslamın, yani Aleviliğin, yani Batıniliğin özüdür; Ortodoks İslamın, yani Sünniliğin ve şeriatçı Şiiliğin değil. Diyanet ve onun uzmanları, bir yandan bilimsel görünme zorunluluğunu duydukları için “ilmin hakemliği”ni ileri sürüyorlar, öteki taraftan da, Alevi “problemi”ni devletin ve egemen sınıfın ideolojik ve siyasal yaklaşımlarıyla Türk-İslam sentezi çerçevesinde “çözmeye”(!) kalkışıyorlar. Yoksa onların gerçek bilime ne saygıları, ne de inançları vardır.
“Bektaşilik, diğer tarikatlar gibi bir tarikattır...”deniliyor, öyle midir?
Bektaşilik, Aleviliğin ilkelendirilmesi; ritüel kurumlaşma ve inançsal kuralların felsefi açınımıdır: Aleviliğin bizatihi kendisidir. Ne hikmetse, önce Alevilikten ayrı gördükleri Bektaşiliği, ayn-i Cem (Görgü Cemi) törenlerinden ötürü - kendi tarikatlarındaki zikir ve raksla aynılaştırarak- bir Sünni tarikatı sayıyorlar; sonra bir bakıyorsunuz, sosyolojik gerçeği anımsayarak “Aleviliğin Bektaşilikten bağımsız olarak ele alınması mümkün değildir” diyorlar. İşlerine nasıl geliyorsa kavramlarla öyle oynuyorlar.
Hayır, Alevilik-Bektaşilik bir tarikat değildir. Ayn-i Cem (Görgü Cemi) de, ne “Mevlevi Sema Ayini” ne de “Nakşi Zikir Ayini”dir. Cem, Alevi inancının toplu tapınmasıdır; kadın erkek birlikte ve cemal cemale (yüz yüze) Tanrıya yapılan ibadettir. Alevilik toplu tapınmasının (Cemin) İkrar verme-Musahiblik, Boyverme-Sorgulama-Dar, Tevhid çekme-Semah-Müzik, Cembirleme-Lokma ve Hüseyin aşkına su dağıtımı vb. gibi kurumsal uygulamaları, Dede-talip ve Mürşid-pir-rehber ilişkileri içinde, Oniki hizmetler eşliğinde yapılır. Bu tapınma eylemlerinin gerçekleştiği mekan Cemevi’dir (uygun büyüklükte bir Dede’nin ya da Talib’in evi de olabilir), ama Cami değildir.
Alevilik-Bektaşilik bir yoldur; Tanrıya ulaştıran ve onunla enelhak mertebesinde birleştiren Muhammed-Ali yoludur. Alevilik, “Sünni tarikat” ya da “mezhep” kavramlarıyla tanımlanamaz. Sünnilik ise, dört mezhebi kapsar ve İslam dininin baskın, egemen olan ortodoks bölümüdür. Alevilikte bir tek yol vardır; eğrisi kırığı olmayan ve dosdoğru yol diye tanımladıkları doğru tarık-i mustakim; ama kapsamında binbir sürek... Bu özelliğiyle de en açık biçimde, Alevilik tarihsel olarak Heterodoks İslamın kendisidir.
Diyanet İşleri Başkanlığının “Aleviliğin Sünnilik, hatta bir Sünni tarikat olduğunu” müftülere açıklama gayreti, Hacı Bektaş Veli’yi Sünni Ahmet Yesevi’ye bağlama ve hatta Maturidi’yi de araya sokup Aleviliği Hanefiliğe (Sünni) yamama çabası nedendir? Bizce, bunların ardında son 10-15 yılda yaşanan Alevi uyanış ve ayağa kalkışının toplumsal-kültürel yaşamda yarattığı çalkalanmayı “dengeleme”; Alevi aydın, kurum ve kuruluşlarını rüşvet-tehdit vb. yollarla “devletin içine çekme” ve “eritme” ve böylece Aleviğin siyasal yaşamdaki ilerici-devrimci etkisini “ortadan kaldırma”; ülke nüfusunun en azından üçte birlik bölümünü temsil eden ve gerçek etkisi bu oranı çok aştığı bilinen Alevi “problemi”ni, egemen sınıfın çıkarlarına uygun sahte bir kimlik yaratıp, “Türk-İslam sentezi” çerçevesinde devlete ve camiye bağlayarak çözme (!) amacı bulunmaktadır.
Alevilik ve Camiler
Diyanet ve çevresi, bunun yanısıra, “ya Alevilere para aktarılırsa?” korkusunu da derinden yaşamaktadır ki, gizli raporda Alevilerin “Sünni olduklarını” ispatlamak için telaşlı bir gayret içindedir. Diyorlar ki:
“Alevi/Bektaşi büyüğü olarak bilinen türbe ve tekkelerin yanı başında bulunan camilerle, Anadolu’daki binlerce Alevi köyündeki tarihi camiler Alevilerin dini durumları hakkındaki red ve inkar edilmez en önemli belgelerdir. Dolayısıyla ülkemizdeki Alevi-Sünni herkesin ortak mabedi camidir.”
Kastettikleri, Hacı Bektaş Dergahı’ndaki cami ise, bunun Yeniçeri kıyımından ve Dergahın Nakşibendi işgali altına verilmesinden sonra yapıldığını, Mısır’daki sağır sultan bile biliyor. Öte yandan, iyi bilelim ki, hiçbir Alevi köyünde, onlar için ve onların istekleriyle cami yapılmamıştır. “Binlerce” diye abarttıkları tarihsel camiler, 17.yüzyılda Bektaşilikten dönme Şeyh Aziz Hüdai Efendi’nin Padişah’a, “Ve her köye bir Sünni imam nasboluna...” tavsiyesi üzerine, Osmanlı siyasetinin “Alevileri, köylerine cami yaptırmaya” zorlaması olarak girmiştir. Bu da tam sayısını bilemediğimiz, beş-on uygulama dışında başarılı olamamıştır. “Red ve inkar edilemez önemli belgeler” diye abarttıkları bu işte.
“Ülkemizdeki Alevi-Sünni herkesin ortak mabedi camidir” diyorlar. Bu, kuyruklu yalandır! Alevi-Bektaşi evliya türbeleri ve tekkelerinin yanında birkaç cami veya mescid varsa, bunlar da sadece ziyaretçi Sünni Müslümanlar içindir ve kendileri yaptırmıştır. Diyanet çevresinin de çok iyi bildiği üzere Aleviler, geleneksel konukseverlikleriyle birlikte başkalarının din ve inançlarına saygı gösterirler; onları engelleyici ya da aşağılayıcı davranışta bulunmazlar. Çevresindeki Sünnilerle sıkı komşuluk ilişkilerinde bulunan Alevi köylerindeki konuk odalarında, türbelerde, hatta özel evlerde, sadece Sünni konuklar ve ziyaretçiler namazlarını kılsınlar diye renkli seccadeler bulundurulduğuna bizzat tanık olmuşuzdur. Bu gelenek, ta 10-11. yüzyılın proto-Alevileri Karmati’lerden kalmadır. Nasır Husrev’in yukarıda sözünü ettiğimiz Sefername adlı yapıtında, beş vakit namaz ve bir aylık oruç gibi Ortodoks İslamın ibadet zorunluluklarına son verilen ve sadece Kelime-i Şehadete inanılan Karmati kenti Lahsa’da, kentle çeşitli ilişkilerde bulunan Sünni gezginlerin namaz kılmaları için bir caminin yapılmış olduğu da anlatılmaktadır (agy, s.88).
Aleviler ve Hanefi İbadeti
Raporda bir de “Aleviler, ibadetlerini Hanefi mezhebine göre yapmakta, Alevi dedeleri cenaze namazlarını Hanefi mezhebine göre kıldırtmaktadırlar” deniliyor. Bu da yanlıştır! Alevilerin ibadetlerinin Hanefi mezhebinin ibadetleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Aleviler bu mezhebin kurucusunu sadece “İmam Cafer’in öğrencisi” olarak tanırlar. Kaldı ki, İslamdaki salat (tapınma, dua), vakit ve cenaze namazı vb. biçimlenmeleri mezheplerin kendileri yaratmıştır. Kuran’ın hiçbir yerinde kesin vakitlere, yer ve biçimlere bağlanmış tapınma yoktur:
“Gerçek olan, bir Müslümanın günde elli ya da beş vakit namaz kılma zorunda olması değil, fakat ‘Tanrıyı sık sık düşünmesidir’ (Kuran, 33:41). Yine Kuran’da yazılı olduğu gibi, “Tanrıyı ayakta dururken, otururken ve yatarken’ (Kuran, 3:188) ve hatta ‘yaya yürürken ve at üstündeyken anımsamaları, zikretmeleridir.’ (Kuran, 2:24). Kuran’ın hiçbir yerinde günde beş kez ibadet etmek için açık bir emir yoktur. Ayrıca sonraki Ortodoks İslamın beş vakit namaz reçetesinin kesin olarak Muhammed yaşarken saptandığına dair sağlıklı bir kanıt da yok...” (Benjamin Walker, Foundations of Islam: The Making of a World Faith, Peter Owen-London and Chester Spring,1998, s.214-215; Torrey, Charles Cutler, The Jewish Foundations of Islam, 2.baskı, New York, 1967, s. 135).
Alevi inançlıların zahiri anlamda tek ibadetleri cenaze namazlarıdır. Bu da, çoğunluğu oluşturan Sünni Müslümanlarla içiçe, yanyana yaşamaları ve birbirlerinin cenazelerine katılma zorunluluğundan doğmuştur. Bununla birlikte camilerdeki Sünni cemaattan çoğunun, camiye Alevi cenazesi geldiğinde “sağlığında cami tanımayanın cenaze namazı kılınmaz” diyerek, onların cenaze namazlarına durmadıkları; bazı imamların Alevi cenazelerinin namazlarını kıldırmadıkları sık sık gözlenmektedir. Yani gerçek yaşamdaki Cami, bırakın Alevinin dirisini, ölüsünün bile girmediği bir yer olarak Diyanet’i ve uzmanlarını yalanlamaktadır! Alevilikte ölü için, yer ve zaman uygunsa Cem kurulur, Dede talkın gülbengi okur. Zakirler düvazimam çalar, söylerler. Gerçek anlamda batıni tapınma ise, gömüldükten sonra ölü talib için ilk Cuma gecesi yapılan “Dar’dan indirme” törenidir. Ölünün musahibiyle eşleri dar’a durur; dünyasal borçları ve başkalarına verdiği zararları üstlenerek Cemdeki canlardan razılık alırlar. Böylelikle ruhu arınmış olarak yükselir. Alevi inancı böyle söyler. Şimdi, Diyanetin gizli Alevilik raporunu hazırlayan alimleri(!) söylesinler bakalım, bu inanç uygulamalarının Sünnilikle ve Hanefi mezhebiyle ne ilgisi var?
Sonuç
Her türlü sorunlarına karşın, Türkiye toplumunun son 10-15 yılında bir Alevi uyanış ve ayağa kalkışı yaşanmış ve bu gelişme tüm toplumu - istenilmiş ya da istenmemiş olsun – derinden etkilemiştir, etkilemektedir. Buna karşılık, Diyanet’in bu gelişmeyi devlet ve egemen sınıf lehine “dengeleme”; Alevileri binbir yolla “devletin içine çekip eritme”; Aleviliği, ona sahte bir Sünni Yesevi kimlik uydurup “Türk-İslam sentezi” çerçevesinde camiye bağlayarak asimile etme çabası vardır.
Devlete ve Diyanet’e şu yanıtı verebiliriz: Koskoca Alevi toplumunun inancını yok saymaya, onu Sünniliğe assimile etmeye gücünüz yetmez ve yetirtmeyiz. Eğer Avrupa Birliği’ne üyelik, insan hakları ve demokraside ilerleme vb. konularda samimi iseniz (ki bunu ispatlama gibi bir sorumluluğunuz vardır), o zaman size düşen, farklı inançların, farklı görüşlerin, farklı ibadetlerin varolma özgürlüğünü (konumuz açısından bakarsak; Sünniden ayrı Aleviyi, camiden ayrı cemevini) amasız, fakatsız kabullenmek ve özümsemektir. Bu da gerçek LAİKLİK ortamında gerçekleştirilebilir. Yaşayacak ve göreceğiz.